

İlk defa mükemmele yakın bir Türkiye gördüm. Mükemmel bir Mehmet Topal gördüm. Joker derler ya, öyle. Başta karşı çıktığım Colin Kazım'ın göz korkutan bir yeteneği olduğunu gördüm. Yedek klübesinden gelmeden çatır çatır top oynayabilen bir Semih Şentürk gördüm. Yerinde oynatıldığında ciddi anlamda bir tehlike ve korkulu rüya olabilen bir Hamit Altıntop da gördüm. Yeni bir lider gördüm: Bastian Schwansteiger. Almanya'nın meşhur üçgen pasları ile her koşulda etkili olabildiğini gördüm. Ortadan kanada at topu, sonra ileri kaç, iki kişi seni duvar olarak kullansın. Sonra bir bakmışsın ki rakip kaledesiniz.
Maçın ilk yarısından birkaç dakika izleyebildim. Beklediğim kadro sahada, beklediğim dizilişte olmasına rağmen Türkiye aynı Türkiye’ydi. Başarısız atak çabaları, her an yüreğimizi ağzımıza getirecek defanssal meseleler ve yenilen bir gol. Bu sefer Çekler vardı ve korkuyorduk ekran başında. İkinci yarıda herhangi bir kıpırtı yoktu fakat garip değişiklikler vardı. Spiker abilerimizin Arda’nın golüne kadar konuştuğu, Emre’lerin değişimi gerçekleşmeden gelen ikinci gol, umutları çoktan söndürmüştü.
Ama Türk futbolunun Galatasaray-Panionios maçından bu yana dönen şansı bu maçın da dönebileceğini göstermişti aylar öncesinden (Benim hatırlayabildiğim kadarıyla bir Avrupa mücadelesinde bir hakem ilk defa alenen lehimize kararlar vermişti.). Berbat ötesi bir oyunla 3-0 almamızın tek sebebi hakemdi. Daha sonra Bordeaux sayesinde gruptan çıkmalarımız mı desem, 2-0 geride başlanılan Sevilla maçlarında turlar mı desem, Chelsea’ye geriden iki gol atıp galip gelmeler mi desem: bunlar Türk futboluna ters şeylerdi ve Euro 2008’de de yaşanmaya devam ettiler.
Önce İsviçrelilerin, sonra da Çeklerin sevinci kursaklarında kaldı. Hamit’in yerini bulduktan sonraki nefis oyunu, durup durup akıl almaz goller atan Nihat’ın sahneye çıkışı, Arda Turan (burada kelime bulamadım mesela), Petr Cech’in inanılmaz hatası ve buna üzülen tribündeki üç adet tatlı Cech adam ve ilk maçtan beri hemen her tartışmada birisine laflar söyleyen, onu bunu itekleyen Volkan’ın kırmızı kartı aklımda kaldı. Pek tabii Koller ile devam etme inadını kırmayan sevgili Çek teknik direktör de.
Hırvat maçından yine ümitli sayılmam. Ama şu Türklerin dünyaya bedel oluşları futbolun da ötesinde. Bekleyip görelim diyorum.
İtalya’dan da Romanya’dan da bahsetmemek lazım bugün. Ölmek üzere olan hücum futbolu ruhunu ve enerjisini yeniden canlandıran Hollanda’dan başka bir şeyi konuşmamalı. Ama kelimeler yetmiyor ki. Kim durduracak çok merak ediyorum, her maçlarını kazanarak şampiyon olsunlar diyorum. Hakediyorlar harbiden.
Kapasitesi 50.000 olan statta Avusturya’nın son maçı dışında B grubu lideri ile C grubu ikincisi ve D grubu lideri ile C grubu ikincisi çeyrek final maçlarında karşılaşacaklar. Bunlara ek olarak Ernst Happel Stadyumu yarı final maçlarından birine ve final maçına da ev sahipliği yapacak.
Hakan Yakın: Çek Cumhuriyeti maçının ilk yarısında yokları oynayan takımını ikinci yarı attığı paslarla çok güzel şekilde yönlendirmiş ve oyuna zevk getirmişti. İkinci maçında ise sahanın en iyilerindendi. Bir de gol attı.
Eren Derdiyok: İkinci yarı girmişti ilk maçta. Hakan Yakın ile beraber maçta etkili isimler arasındaydı. Ancak Türkiye maçında ağırlığını daha çok hissettirdi. Mükemmel bir fiziği var. Hakan Yakın’ın golünde asisti yapan kişi de oydu.
Gökhan İnler: Türkiye genç milli takımlarında oynamasına rağmen bir şekilde bu sene İsviçre’de izledik. İki maçta da tamamen oynadı. Attığı nefis paslar ile takım arkadaşlarını pozisyona soktu. Ayrıca çok hızlı bir futbolcu. Hem sağ hem de solda oynayabiliyor.
Ümit Korkmaz: İkinci yarı girdiği Hırvatistan maçında defansa zor anlar yaşattığını hepimiz hatırlarız. Polonya maçında da ilk on birde oynadı. Müthiş çalımları ile nefes kesti. Şanssız Avusturya’nın kaçan gollerinde hazırlayıcı oldu.
Klüplerimizin transfer politikaları açıkçası umrumda değil. Ancak bu oyuncular bize katılmaktan bir şekilde uzak kaldılar ve şimdi performanslarını herkes konuşuyor. Kızmamak elde değil.
Turnuvadan önce bütün maçları izlemek adına ortaklarımızla birbirimizi gazlarken, ‘Hepsini izleyeceğiz! Hatta Avusturya-Polonya maçını bile!’ şeklinde bir cümle kurduğumu hatırlıyorum. Zaten normalde hiçbir maçı kaçırmayan tanıdıklarım ise bu sefer ‘bilgisayar başından’ izlemeye karar vermişlerdi. Sanırım hemen hepimiz şaşıp kaldık sahadaki oyuna.
Maçın ilk üçte birlik bölümünde Avusturya’nın mükemmel futbolu vardı. Ümit Korkmaz Türk insanını bir kez daha bir şeyleri sorgulamak üzere düşündürdü. İki top yapmayı dahi beceremeyen Polonya’nın kalecisi Boruc’a güvenmekten başka çaresi yoktu ve o da üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. ‘Futbolun adaleti’ denen şey otuzuncu dakikada kendisini gösterdi ve maçın adamı Guerreiro golünü attı. Bundan sonra ise Avusturya kaderini kabullendi ve turnuvadan elenmek üzere olduğunun bilincinde olarak Polonya’nın ikinci golü aramasına müsade etti. İkinci yarının büyük bir bölümü de aynı şeyler olunca ev sahipsiz bir turnuva izlemeye alıştırdık kendimizi.
Sorsanız aklıma gelmeyeceğine eminim böyle bir olayın; sanırım ilk kez serbest vuruş öncesi itişmesi bir takıma pahalıya patladı. Hakem atışı tekrar ettirdi ve uslanmayan Polonya defansı duraklama dakikalarında penaltı yaptırdı. Gol kaçınılmazdı ve Slaven Bilic’in oyuncuları B grubunu lider olarak tamamlamayı garantiledi bu sonuçla.
İkinci yarıda ise bambaşka bir saha olsa da takımlar aynıydı. Birbirlerine acemi ataklar geliştiren takımlardan gülen taraf milli takımımız oldu. Nihat’ın tek olumlu hareketi olan ortası ve ‘nöbetçi golcü’ Semih’in golü ‘Tamam en azından bugün elenmiyoruz.’ dedirtirken son dakikalarda can pazarı yaşanan Basel’de Arda Turan’ın mükemmel golü vardı. Her ne kadar kötü başlayıp ‘eh işte’ devam ettiyse de milli takım, esas sınavı Çeklere karşı verecekler.
İsviçre’nin ipini çekmemiz ‘yeterli milliyetçi’ bir Türk insanı için ne kadar gurur vericiyse, sahada herhangi bir dalaşmaya girmeyen iki takım oyuncularını izlemek de benim için o kadar keyifliydi. Ama sorarsanız gruptan çıkmayalım derim, nitekim Almanya olacak karşımızda. Tehlikelidir.
Bu üçüncü gol Türkiye’nin yediği ikinci gol kadar kritik oldu gruptan çıkacak ikinci takımın belirlenmesi adına. Bakıp göreceğiz Portekiz’in ağına takılan takımlar arasından hangisi ikinci çeyrek finalist olacak...
İsviçre: Benaglio, Magnin, Senderos, Lichtsteiner, İnler, Yakın, Derdiyok, Fernandes, Barnetta, Behrami, Müller
Türkiye: Volkan, Servet, Hakan, Aurelio, Nihat, Gökdeniz, Tümer, Arda, Emre A., Tuncay, Hamit
Çek Cumhuriyeti: Cech, Grygera, Polak, Galasek, Jankulovski, Sionko, Baros, Matejovsky, Plasil, Ujfalusi, Rozehnal
Portekiz: Hızlı ve derin oynayan bir takım. Defansında neredeyse hiç açık vermedi. ‘Final yolu düz gider!’ diyebiliriz.
Türkiye: İzlediğimiz en kötü takımdı. Bunca sakatlıktan ve ilk maçındanki kötü oyunundan sonra gruptan çıkmasına mucize gözüyle bakıyoruz. Zaten problemli olan defansı daha da bir sıkıntı yaşayacaktır.
İsviçre: İyi hazırlandıkları belli. Ev sahibi olmalarının avantajını iyi değerlendirip ezeli rakipleri olma yolunda ilerleyen Türkiye’ye mağlup olmazlarsa gruptan çıkmaları söz konusu olabilir.
Çek Cumhuriyeti: Çok kötü ve sistemsiz oynadıkları maçtan galip gelmeleri, önlerindeki iki maçtan alacakları bir beraberlikle onları çeyrek finale götürebilir. Ama sadece oraya kadar.
Grup B:
Almanya: Panzer nefisti. Kusursuz oynayan iki takımdan biriydiler. Finale kadar rahatlıkla gideceklerini düşünüyoruz.
Polonya: Almanya karşısında oynadıkları için etkisizdiler. Ancak ufak tefek parıltılar görmedik değil. Bu yüzden Hırvatistan’ın beklendiği gibi rahat olmaması gerekir.
Hırvatistan: Oldukça kötü oynadılar. Aslında golü attıktan sonra savunma yapmayı tercih ettiklerinden kaynaklanabilir bu. Yine de bildiğimiz Hırvatistan değil. 3 puan işlerini kolaylaştırdı. Polonya ile çekişirler.
Avusturya: Turnuvanın sürprizi. Hırvatistanı salladılar ancak yıkamadılar. Almanya onlara bir jest yapmazsa gruptan çıkmaları imkansız. Yapsa da zor.
Grup C:
Romanya: Beklendiği gibi bir futbol oynadılar. Yenilmediklerini düşününce başarılı da oldular. Ama bu futbolla kendilerine küfür ettirmeleri bir yana, gruptan tek forvet Mutu ile çıkmaları zor gözüküyor. Gruptan çıkamayacak diğer takımı belirleme rolü onlara ait.
Fransa: Klasik Fransa’yı izledik. Ama oynamadan kazanmayı başaramadılar bu sefer. Bu onlara pahalıya patlayabilir. Diğer iki takıma göre hiç tat vermediler diyebiliriz.
İtalya: Karşılarındaki takım ilk maçlar itibariyle en üst düzey futbolu oynayan takım olduğu için dayanamadılar. Defansları biraz sorunlu eskiyle kıyaslarsak.
Hollanda: Nefislerdi, nefis. Turnuvadan önce gruptan çıkmalarına, bir şeyler yapacaklarına kesin gözüyle bakıyordum. Beni yanıltmadılar ve ‘vızır vızır’ oynadılar.
Grup D:
İspanya: Beklentimiz olan bir diğer takımdı. Yıllardır yakalayamadıkları başarıyı bu sefer yakalayabilirler. Ancak çeyrek finalde B grubundan biriyle karşılaşacak olmaları şanssızlık.
Yunanistan: ‘Papaz her zaman pilav yemez.’
Rusya: Cesaretli futbol, açık savunma ve hezimet. Puan almaları dahi zor.
Bir şeyleri canlandırabilecek olanın ta kendisiydi İsveç. Maçın akibeti tamamıyla onlara bağlıydı. Koskoca Euro2004’ü yoksaymama sebep olan Yunanistan her zamanki stiliyle başladı.Kornerlerle bir şeyler yapmaya çalıştı. İsveç de onlara uydu. Arada ufak tefek heyecansız pozisyon dışında bir şey izlemedik... ta ki Ibrahimovic’in harika golüne kadar. Karşısında dizilmiş defansı anca öyle aşabilirdi. Yine bir Nikopolidis harikası olan ikinci gol çok geç gelmedi. Maç izlemeyen birinin şaşıracağı bir skorla bitti. Bitti de biz keyif alamadık o ayrı. Gruptan çıkanı da Rusya belirler herhalde.
Maça başlarken hemen herkes Hiddink’in Rusya’sının kolay teslim olmayacağına inanıyordu. Öyle de oldu. İlk dakikalarda rakibine pek fazla pozisyon vermeyen, hızlı çıkan ancak hücumdaki bir takım beceriksizlikler sonucu anlamsız top kayıpları yapan Rusya, rakibi İspanya’nın pas yapma konusundaki yeteneğine 20. dakikada boyun eğdi. Sonrası da çorap söküğü...
Eğer sadece hücumunuza güvenirseniz, defansta büyük açıklar verirseniz hemen her atağınızın sonrasında kalecinizi bir top kurtarmakla cebelleşirken görebilir veya bir forvetin başını tutmak suretiyle üzüldüğüne veya sevinç çığlıkları atarak arkadaşlarına koştuğuna tanık olabilirsiniz.
Pas konusunda ders veren İspanyollarda -her ne kadar ‘düz adam’ mantığında hareket edebilen bir görev adamı olan, herhangi bir estetiğe sahip olmayan oyuncuları sevmesem de- Capdevilla’yı beğendim. Son zamanlarda da bu tip futbolcular yön verir oldu takımlara. Bunun dışında Villa’nın güzel oyunu vardı ki bunu da başka bir postta ele almayı planlıyorum.
İspanya: Casillas, Marchena, Puyol, Iniesta, Villa, Torres, Capdevilla, Senna, Sergio Ramos, Silva, Xavi
Rusya: Akinfeev, Kolodin, Semak, Shirokov, Zyryanov, Zhirkov, Pavlyuchenko, Semshov, Sychev, Anyukov
Yunanistan: Nikopolidis, Seitaridis, Dellas, Basinas, Charisteas, Karagounis, Torosidis, Kyrgiakos, Gekas, Antzas, Katsouranis
İsveç: Isaksson, Nilsson, Mellberg, Hansson, Alexandersson, Svensson, Ljunberg, Ibrahimovic, Andersson, Wilhelmson
Skor: 2-0
Hatırlayanlar bilir ve muhtemelen kızar. Portekiz’in canavar gibi olduğu Euro2000’de yarı finaldeki rakibi Fransa idi. Maç 1-1 bitmişti ve uzatma dakikalarında Abel Xavier’in koluna çarpan topu hakem Günter Benkö penaltı ile değerlendirmişti. Penaltı çok tartışılmıştı ve kırmızı kartlar çıkmıştı. Zidane gole çevirse de penaltıyı, Fransızlar tribünlere koşarken, Portekizliler hakemin etrafını sarmıştı. Çıkan olaylar sonucunda Nuno Gomes ve Abel Xavier 6’şar ay, Joao Pinto ise 2 yıl avrupa kupalarına katılmama cezası almışlardı. Hatta Abel Xavier bu olayı insan hakları mahkemesine kadar taşımıştı.